Ümran Avcı – “Göğün altında olmayan hiçbir şey uydurulamaz…” Tam da böyle bir hikâye Çiler İlhan’ın kaleme aldığı “Hayattayız Madem” romanı. Anlatılan; bu kekre dünyada zalimlikten payına düşeni alanların kırık dökük, parçalanmış yaşamları. Romanda 1943’ten 2018’e bir yurt edinme hikâyesi anlatılıyor. Bir ayağı Nazi kamplarına, bir ayağı Suriye’deki savaşa, IŞİD’e uzanıyor. Amsterdam’dan Auschwitz’e, Halep’ten İstanbul’a yol alıyor. Bir yanda Nazi kamplarından sağ çıkan dedesi İstanbul’a göç eden, yarı Hollandalı yarı Türk bir baba ve onun iki kızı Batya ile Ahuva yer alıyor romanda.
Diğer yanda ise 18’ine dört ay kala evlendirilen, üstüne kuma getirilen, Suriye’deki savaşta ‘koca’ bildiği adam tarafından IŞİD’e teslim edilen Meryem. Hepsinin kaderi İstanbul, Teşvikiye’deki bir evde birleşip şekilleniyor.
Dünyada rahat yok
Sonradan Gül adını alacak olan romanın ana karakterlerinden Meryem’in dediği gibi; “Dünya rahat edilecek bir yer değil”. Kabul, bu dünyada çocuk olmak da anne olmak da kadın olmak da çok zor. Ancak Çiler İlhan, tüm zorluklara rağmen umut aşılıyor. Romanın alt metninde, çocukların bir günde büyüdüğü bu dünyayı daha yaşanabilir hâle getirmenin mümkün olduğuna vurgu yapıyor. Çağın hastalığı hâline gelen yabancılaşmaya, körleşmeye inat, iyiliği öne çıkarıyor İlhan. Kitabını, ‘Yerdeki, gökteki kız kardeşlerine ve ablasına’ ithaf eden yazar; kadının kadına yurt olmasını anlatıyor. İyiliğin nasıl domino etkisi yarattığını gösteriyor.
“Rüya Tacirleri Odası”, “Sürgün” ve “Nişan Evi” kitaplarıyla tanıdığımız İlhan annesizliği, sevgisizliği, yurtsuzluğu, ötekileştirilmeyi odağına alıyor. Roman karakterlerinin her biri iç dünyaları ile kıran kırana bir mücadele verirken yine birbirlerinin kanatları altında şifa buluyor. Ahuva tam da bu yüzden; “Kendimizi gerçekleştirmeye çalışırken yollarımız birileriyle çakışıyordu. Birbirimize bu tozlu topraklı, engebeli yolculukta aracı oluyorduk” diyor. Elini taşın altına koyan insan sayısı arttıkça üstümüze yıkılan hayatın enkazından daha kolay çıkacağımıza vurgu yapıyor roman. Bu sayede, 33 yaşındaki Meryem’e dünyanın kaç bucak olduğunu belleten hayat; zamanı geldiğinde, “Yabancı bildiklerimin elimden tutup beni ayağa kaldırdığına kaç defa şahit oldum” dedirtiyor.
Hepimiz mülteci olabiliriz
Hiç tanımadığı Meryem’e kız kardeşlik yapan, ona yurt olan Ahuva, “ama…” diye karşısına çıkanlara; “Bugün yarın bizim o durumlara düşmeyeceğimiz ne malum?” diyerek vicdanımızla yüzleştiriyor. Çiler İlhan, bir yandan da yakın tarihin karanlık sayfaları arasında dolaştırıyor okuru. Hollanda’da kıtlığın hüküm sürdüğü “Açlık Kışı”ne şahit ediyor, ‘kapo’ları, “Çocuk Nakli”ni hatırlatıyor, sadece Auschwitz’e değil, Nazilerin kurduğu Sobibor’a, Westerbork transit kampına götürüyor. O karanlık dönemi âdeta Spielberg ya da Polanski filmi izletir gibi anlatıyor. Çiler’in parmak bastığı bir diğer mesele de aile. Romandaki deyişle; “Hastalık kapmaya, hastalık yaratmaya çok yatkın, enteresan bir kurumdu aile…” İlhan, bir aile sırrının peşine düştüğü kitabında; bireylerin ön yargıları, yanlış anlaşılmaları, kendini doğru anlatamamanın yarattığı gerginliklerde de okuru hakem kılıyor. Katman katman ördüğü hikâyesinde, Teşvikiye’deki evde yolları kesişenlerin her birine ayrı ayrı söz veriyor. Görünenin ardındaki asıl gerçeğe işaret ediyor. Aynı şeyi hissettirmeden, dikte ettirmeden okura da yapıyor. Duymayı bırakan kulaklara dinlemeyi, görmeyen gözlere dikkatle bakmayı salık veriyor âdeta. Ve kitabı bitirdikten sonra mültecilere, sığınmacılara bakışınız da değişiyor. Romanın ardından kendinizi “Hayattayız Madem” deyip, yapacaklarınızı sıralarken buluyorsunuz:
Hayattayız madem sevgimizi cömertçe gösterelim.
Hayattayız madem birbirimizi dinleyelim.
Hayattayız madem, kimseyi ötekileştirmeyelim.
Hayattayız madem birbirimize yurt olalım.